17 Haziran 2010 Perşembe

Doğumgünüm







Dün doğumgünümdü ve en kötü doğumgünlerimden biriydi. Çünkü 2 gündür hasta yatıyorum. Bu havada bile böyle ateşlenip, burnumum ayrı gözümün ayrı çeşme gibi akmasını becerdim ya ne diyeyim kendime. Nasıl yapıyorum bilmiyorum ama en olmadık zamanlarda hastalanabiliyorum. Temmuz sıcagında İzmir'de de ateşlenmiş ve bir hafta yatmıştım. Hasta yattığımı saymaksak çok da kötü değildi galiba. Genelde herkes hatırladı ve aradı. Eşim de iyileşeyim diye elinden geleni yapıyor. Ben de biran önce toparlanmak istiyorum çünkü pazar günü kısmetse İzmir'e gideceğim. Hasta hasta yolculuk hiç çekilmez. Ayrıca daha hediye alacaklarım var, düzelip alışveriş yapmam lazım. Kocama birşeyler yapıp bırakmam lazım. Düzelip işlere koyulmam lazımmmmmm.
Dün doğumgünümdü ve ben 38 e girdim. Yani 40 oldum neredeyse. Arada panik yapıyorum, "yaşlandım eyvah" diye arada da "olması gereken bu" diye kabulleniyorum. Aynaya baktığımda yaşımı göstermediğimi düşünüyorum. Ama kendimi incelemeye başladığımda saçımdaki beyazların son bir senede korkunç arttığını görüyorum. Gözlerimin altlarının torbalandığını ve kırışıklıkların daha belirginleştiğini. Sonra da " insanların saçları 20 sinde de beyazlıyor, senin yeni oldu boşver. Boyarsın olur biter" diyorum. "Kırışıklıklarda çok gülmekten oluyor" diye kendi kendimi kandırıyorum. Yani ikizler burcunun özelliği gibi bir öyleyim bir böyle. Bir tarafım "40 olsan ne olur, sen gene güzelsin hayat güzel" diyor. Diğer tarafım, "artık yaşlandığını kabul edip ona göre davranmalısın" diyor. Galiba ilkini tercih edeceğim ben:)
Şu ana kadar yaşımı doğru tahmin eden olmadı. Eğer birgün birisi tam yaşımı bilirse, "yaşlanmışım" diyeceğim. Kendimi kandırma yöntemlerimden birisi daha:) Aslında bir taraftan da biran önce 40 olmak istiyorum. Tuhaf ama bir şekilde 40 yaşında hayattn istediğim herşeyin gerçekleşeceğini düşünüyorum. Olmazsa ne olur, birşey olmaz ama ben olacağını düşünüyorum.
Kıssadan hisse, gençlik geride kaldı ve ortayaşlı sayılırım. Eğer ben kendimi öyle hissetmiyorsamda yaşa takılmanın bir anlamı yok. Günleri huzurlu ve mutlu geçirmek daha önemli.
Yazıya fotoğraf eklemesem olmaz:) Kayıklı olan bana göre yaşlanmayı temsil ediyor, diğeri ise her zaman neşeyi ve mutluluğu...

13 Haziran 2010 Pazar

Duruş


Bugün Leidseplein'da gördüğüm ve bana çok ilginç gelen bir görüntü.

6 Haziran 2010 Pazar

Kısa kısa haftasonundan notlar



Güzel havanın tadı çıkarıldı ve bol bol gezildi.
Balkonumdaki domatesler kızardı ve kahvaltıda bize eşlik ettiler:))
Sonunda limonata yapabildim. Esmer şekerle yaptığım için bronzlaşmış bir limonata oldu. Şekeri az geldi, Bükreş'te içtiğim gibi içine bal ekledim. Süper oldu..
Limonata yapımından kalan limon çekirdekleri saksıya ekildi, ya tutarsa denildi:)
Saksıya limon ekimi yetmedi, yakındaki parka erik ve kiraz çekirdekleri gömüldü. Üstüne yağmur yağdı, kesin çekirdekler ağaç olacak:) Ben görür müyüm bilemem..












3 Haziran 2010 Perşembe

genetiği bozulmuş

Çok fazla fotoğraf çekiyorum. Bazıları istediğim gibi oluyor çoğunluğu olmuyor:) Çok özenip çektiğimde ve sonra bilgisayarda beğenmediysem sinir oluyorum. O zaman üzerlerinde bir sürü oynamalar yapıyorum ve tabiki fotoğraflıktan çıkıyor. Ama sonra, "olsun bunları da ben çektim, her hali güzel" diye onları da saklıyorum:)
Onlardan birkaç tanesi.





1 Haziran 2010 Salı

Çay



Bugün yalnızım evde. K'nın dutch kursu var. Şirket çalışanlarına verdikleri için ben olaya dahil değilim. İstanbul'da olsaydım ne yapardım diye düşünüyorum. Kesin kızlardan birisiyle dışarda olurduk.Böyle zamanlarda hala buraya alışamadığımı anlıyorum.
Gerçi yazmak istediğim bunlar değildi ama olsun. çay hakkında yazacaktım bugün ben. Çay hakkında ne yazılır bilmiyroum ama içimden geldi. Birkaç gündür diyet uğruna çay bile içmiyorum. Müsliyle samimi ilişkiler içerisindeyim. Türkiye'ye gitmeme az bir zaman kalmışken kilo vermeye çalışıyorum. Bu kadar kısa sürede zor ama genede uğraşıyorum.
Benim gibi bir çaykolik için çay içmeden gün geçirmek çok zor. Almanya ve buraya ilk gelip, geçici kaldığımız yerde bile yanımda çaydanliğim getirmiştim. Küçücük ve valize çok rahat sığıyor. Yanınada iki tane ince belli koydum mu başka birşey istemem:). Şekersiz içmeye alışmadığım için kesmiştim çayı. Ama şu an içiyorum şekersiz. Çaysız kalmaktansa şekersiz içmeye razıyım. Kendime kepekli tost yaptım ve çayımı demledim. Bunu yazarken bir taraftan sıcak sıcak içiyorum. Zaten havalar hala serin, çaydan daha güzeli yok.
Balkonuma baktım biraz önce, elimde bardağımla. Karanfilim, menekşem, sarı gülüm, sardunyalarım çok güzeller. Her en kadar oturup keyfini henüz çıkartamasakda orada olmaları güzel. Domatesim henüz kızaramadı ama olsun, kızarır herhalde güneş görüdüğünde..
Çayımı yudumlarken Kız kulesine karşı olmayı istedim yada Kordon'da.. yanımda arkadaşlarımla sohbet etmeyi... Gidiş tarihim yaklaştıkçe sabırsızlığım artıyor galiba benim.
Çayın kısaca tarihçesi; dünyada sudan sonra, en fazla içilen ve içme alışkanlığı gittikçe artan bir bitki olarak 5000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Yaygın bir efsaneye göre, büyük Çin İmparatoru Shen Nung’ın hizmetlilerinden biri bahçede su kaynatırken bir yaprak kaynayan suyun içine düşer. Yaydığı koku imparatoru etkiler. Kokusunu beğenen imparator, tadını da denemek ister ve çay o gün bugündür insanoğlunun vazgeçilmez dostu haline gelir.
Avrupa’nın bu gizemli tat ile buluşması 17. yüzyılda gerçekleşir. İngilizler, sağlık ve zindeliğin sunulduğu bu sıcak içeceği o kadar çok benimserler ki, bunu bir yaşam tarzı haline getirirler adeta. 18. yüzyılda da bugün dünyanın en büyük çay yetiştirilen bölgesi sayılan Assam ve Seylan Adası’nda çay bahçeleri oluştururlar. Üretilen bu çayları Avrupa’ya hızlı olarak taşımak için de,
süratli yelkenliler yaparlar. Türkiye’nin çayla tanışması 1787 tarihinde, Japonya’dan getirilen çay tohumlarının ekilmesiyle başlar. Böylelikle Türk insanıyla ayrılması imkansız bir buluşma gerçekleşir:)
Kısaca günün her saati, güzel demlenmiş ince bellide çaya hayır demem:))